31 Mart 2014 Pazartesi

"Ama tamamen doğru bu. İnsan gerçek mutluluğu öngörülmedik yerlerde, beklenmedik olaylar sonucu, dürüstlük sayesinde buluyor. Kısa yoldan mutluluğa ulaşmak, insanın kendine söylediği bir yalandan ibaret çoğu zaman"

Bugüne dek hayatımı hep başkası üzerinden yaşadım, kendime hep başkalarını model aldım: bir kitap kahramanını, ünlü bir yazarı, meşhur bir hocayı. Onlar ne okuyorsa ben de aynılarını okuyor, kafamda canlandırdığım kıyafetlerinin aynılarını giyiyor, evlerini nasıl döşemişlerse ben de evimi öyle döşüyordum. Tam anlamıyla bağımsızdım, ama gene de birilerinin kılavuzluğunu arıyor, bir yerlerden beslenme ihtiyacı duyuyor, örnek alacak, hayran olunacak birilerini istiyordum. Belki de sebep, bunları evde, ailemde bulamayışımdı: Nazik ve şefkat dolu, ama kitaplarla ilgisi olmayan insanlardı annemle babam. Belki de pek çok genç ya da parasını çıkaran yevmiyeli işçi gibi, bir akıl hocasına, usta başına, bana bir şeyler öğretecek bir figüre, ayaklarım üzerine sapasağlam basıp -yanımda bir eşekle- yürümeyi öğrenene kadar, bana yardımcı olacak bir desteğe ihtiyacım vardı.

New York'a taşındığımda, Yukarı Batı Yakası'nda oturmayı tercih etmiştim, çünkü West End Caddesi'nde bulunan, duvarları sıra sıra kitaplarla dolu apartman dairelerinde yaşamayı düşlemiştim hep. Yaşamak istediğim hayat tarzını belirtiyordu bu: bir müstahdem, kamunun saygı duyduğu bir entelektüel, kahvaltı yenen çörekler, kolumun altında Hannah Arendt, metroyla City College'a gidip gelişler. Ocak ayında, buz gibi soğuk bir cumartesi akşamı, epey geç saatte Broadway'i arşınladığımı hatırlıyorum; rüzgar etinizi bıçak gibi kesiyordu adeta. Elimde kayak eldivenleri, başımda kulakları örten tavşan kürkü bir şapka vardı. İleride, 112. Cadde civarındaki gazete bayisine koşarak gitmiş ve o haftanın The Nation dergisine bakarken bulmuştum kendimi.

Çılgına dönüştüm, zafer sarhoşuydum. İn cin top oynayan kaldırımda yürüye yürüye ta 69. Cadde'ye kadar gitmiştim. Paris'te yanında melekleriyle Walter Benjamin'in bir kitabı hakkında bir eleştiri yazısı yazmış ve kapakta yer bulmuştum! Meşhurdum artık, şehirde herkes benden bahsedecekti: West End Caddesi, bekle beni, geliyorum. Çok istediğim bir şeyi başarmıştım. Liseden terk bir öğrenci New York'a gitmekle kalmamış, artık New York'lu bir entelektüel de olmuştu. İstediğim şeye, onca sene beni hep peşinden sürekleyen şeye nihayet kavuşmuştum. Neden sonra -aslına bakılırsa çok kısa bir süre sonra- istediğim şeyin bu olmadığını, gerçek ben'in bu ben olmadığını anlamıştım. Böyle bir şeyi kabul etmek zordu, zaten hemen de kabul edemedim. Elbette iş oluruna bırakabilir, her şeyi görmezden gelebilir, hiçbir şeye aldırmadan yoluma devam edebilir, sahte bir benlikle yalandan yaşayabilir, başkalarının kıyafetlerini üzerime geçirebilirdim; ama Shakespeare'in oyununda Lear'in fundalıkta dediği gibi: "Ah, o yolun sonu deliliğe varıyor; benden uzak olsun. Yetti artık."

Meğerse ne delilikmiş! Olmadığım bir şeyi olmak istemek, benim olmayan, başkasına ait bir oyunu oynamak ne delilikmiş. New York beynimi yiyip bitirmeyi başlamıştı artık. Kendini olmak için uygun bir yer değildi. Başarılmayı bekleyen daha bir sürü şey vardı önünüzde. Zordu bu oyuna karşı koymak. Üstelik etrafta da hiç eşek yoktu; Central Park civarında fayton çeken bezgin atlar vardı sadece. Henüz yeni varmışken, ayrılma vakti gelip çatmıştı. Kibirden, hırstan, servet vaadinden gözü dönmüş Balam gibi, adada valilik vaat edilen Sanço gibi dosdoğru, hızlıca hedefime varmak istemiştim. Ne kadar komik. Başka birisinin mutluluğu fikri ile gerçek mutluluğun, tam anlamıyla yaşanmış mutluluğun aynı şey olmadığını söylemek gayet klişe, bunun farkındayım. Ama tamamen doğru bu. İnsan gerçek mutluluğu öngörülmedik yerlerde, beklenmedik olaylar sonucu, dürüstlük sayesinde buluyor. Kısa yoldan mutluluğa ulaşmak, insanın kendine söylediği bir yalandan ibaret çoğu zaman.

Andy Merrifield, Eşeklerin Bilgeliği, Aylak Kitap, sf: 79-81