21 Kasım 2014 Cuma

Nietzsche'nin Kahkahası

Nietzsche'ye göre efendiler, çağdışı olanlardır, yaratanlar, muhafaza etmek için değil yaratmak için yıkanlardır. Nietzsche, gürültülü büyük olayların altında, yeni dünyaların oluşumuna benzeyen sessiz küçük olaylar olduğunu söyler: bu da yine tarihselin altındaki şiirselliktir. Fransa'da hiçbir gürültülü olayımız yok. Onlar uzaktalar, Vietnam'da dehşetler. Ama bize de, belki şimdiki çölden bir çıkışı gösteren, algılanamaz küçük olaylar kalıyor. Belki Nietzsche'nin dönüşü bu "küçük olaylardan" biri ve şimdiden dünyanın bir yeniden yorumlanışıdır.

Gilles Deleuze, "Nietzsche'nin Kahkahası", Issız Ada ve Diğer Metinler, 204-205

8 Kasım 2014 Cumartesi

Hastalık bir süreç değil, "Nietzsche" örneğinde olduğu gibi, sürecin durmasıdır.

Kişi kendi nevrozlarıyla yazmaz. Nevroz, psikoz; bunlar, yaşam geçitleri değil, süreç kesintiye uğradığında, engellendiğinde, tıkandığında içine düşülen durumlardır. Hastalık bir süreç değil, "Nietzsche"örneğinde olduğu gibi, sürecin durmasıdır. Bu haliyle yazar da hasta değil, daha ziyade hekimdir, kendisinin ve dünyanın doktorudur. Dünya, hastalığın insanla karıştığı semptomlar bütünüdür. Bu durumda, edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar.

Gilles Deleuze, Kritik ve Kilinik, Norgunk Yay., sf: 12

15 Eylül 2014 Pazartesi

"ve insan karakterinin bütün imkânları dahilinde bir savrulma."

İnsan beyninin bütün imkânları dahilinde dur durak bilmeyen bir düşünme, insan aklının bütün imkânları dahilinde bir hissetme ve insan karakterinin bütün imkânları dahilinde bir savrulma.

Thomas Bernhard, Yürümek-Evet -açılış

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Zamanımızın gerçek iblisleri psikiyatrlardır

"Psikiyatri hekimi bütün hekimlerin en beceriksizidir ve her zaman için üyesi olduğu bilim dalından çok, zevk için adam öldürmeye yatkın kişidir. Hayatım boyunca psikiyatrların eline düşmekten daha büyük bir korkum olmadı. Bunların yanında bütün ötekiler, hatta insana eninde sonunda bela getiren hekimler bile çok daha az tehlikelidir, çünkü psikiyatrlar bugünkü toplumla tamamıyla dayanışma halindeler ve bağışıklık kazanmış durumdalar, üstelik psikiyatrların dostum Paul'un üzerinde yıllar boyu fütursuzca uyguladıkları yöntemleri de gördükten sonra, onlardan çok daha fazla korkmaya başladım. Zamanımızın gerçek iblisleri psikiyatrlardır. Üstü kapalı işlerini sözcüğün en gerçek anlamıyla utanmazca bir dokunulmazlık içinde, ne vicdan ne de yasa dinlemeden yürütürler." (Wittgenstein'in Yeğeni-bir dostluk, Thomas Bernhard, Metis Yayınları)

Thomas Bernhard, Wittgenstein'in Yeğeni, Metis Yayınları

Sen de mi budala?

Arkadaşlarımız. W. arkadaşlarımıza ne olduğunu merak ediyor. Söylentiler doğru mu? Gruplara ayrılıp birbirleriyle çatışmaya başladılar mı? Karşılıklı yıkıma adanmış Facebook grupları var mı gerçekten?

Dostların savaşı: "Bundan daha dehşet verici bir şey düşünebiliyor musun?" diye soruyor W. Kim başlatmış savaşı? Kimin suçuymuş bu? Ah, savaşın sebebini biliyormuş W. Kinizmmiş sebep. Fırsatçılıkmış. Nasıl başladığını biliyormuş bu kepazeliğin. Hep böyle başlarmış zaten!

Kinizm ve fırsatçılık. "İşte sıçanların çağı bundan ibaret," diyor W. Adeletin, iyiliğin olmadığı bir çağ. Tanrı'nın olmadığı bir çağ!

Bunun arkadaşlarımıza bile ulaştığını düşünmek! Onlara bile bulaştığını düşünmek...

W. kendimizi sondan kurtarabileceğimizi düşlemiş hep. İkimizin kurtulabileceğini. Ama sonu zapt edemeyecekmişiz. Felaket en yakınımızdakileri vuracakmış ilk.

Benim rolüm neymiş bütün bunların içinde? Ben nerede duruyormuşum. Sen de mi Brutus?, diyecekmiş W. ben bıçağı kaburgalarının arasına saplarken. Sen de mi budala?

"Kaç kez ihanet ettin bana?" diye soruyor W. W.'nin ihanetler kitabının her sayfasında ben varmışım. Detaylı notlar almış hep. Resimler de varmış arada. W. her şeyi hatırlamak istiyormuş. Her şeyi!

Bir gün bana notlarını okuyup bütün resimlerini gösterecekmiş. Bir gün yatağımın başında Cebrail gibi dikilip bana ihanetlerinden oluşan dev listeyi okuyacak, burnumdan getirecekmiş.

Lars Iyer, Dogma, Kolektif Kitap, syf: 162-163

6 Haziran 2014 Cuma

"Gerçek bir okur etrafını kitaplarla doldurmaya ihtiyaç duymazmış. Gerçek okur kitaplarını başkalarına ödünç verir, geri alıp almayacağını düşünmezmiş. Tıka basa dolu bir kitaplık ne işe yararmış ki? Şahsen W. huzurevindeki odasında, başucunda Dante'siyle ölen Beckett gibi, en vazgeçilmez kitaplarıyla yalnız kalmayı tercih edermiş. Beckett; başucunda Dante ve televizyonda kriketle."

Lars Iyer, Dogma, Kolektif Kitap, syf: 49

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Ve nasıl kuşlar ağacın yapraklarla örtülü kuytuluklarına sığınırlarsa, duygularımız da güven içerisinde dinlenebilmek için kırışıkların gölgesine, sarsak hareketlere, sevdiğimiz gövdenin göze batmaz kusurlarına saklanırlar

Âşık, sevdiği kadının yalnızca "kusurlar"ına, kapris ya da zaaflarına bağlı değildir. Yüzdeki kırışıklar, lekeler, giyimin paspallığı, yürüyüşünün aksaklığı onu herhangi bir güzellikten daha kalıcı, daha amansız bir şekilde sevgiliye bağlar. Bu, öteden beri biliniyor. Peki ama neden? Eğer duygularımızın kafada olmadığı doğruysa, eğer bir penere, bir bulut, bir ağaç hakkındaki duyusal yaşantımızı beyinlerimize değil de, orada, gördüğümüz yerde yaşıyorsak, sevilene bakarken de kendi dışımızdayız demektir. Ama gerilim ve tutkudan bir işkence içerisinde... Gözleri kamaşmış duygu, kadının parıltısında bir kuş sürüsü gibi uçuşur durur. Ve nasıl kuşlar ağacın yapraklarla örtülü kuytuluklarına sığınırlarsa, duygularımız da güven içerisinde dinlenebilmek için kırışıkların gölgesine, sarsak hareketlere, sevdiğimiz gövdenin göze batmaz kusurlarına saklanırlar. Oradan geçen hiç kimse, âşığın birden uyanıveren sevgisinin tam da orada, kusurlu ve eleştirilebilir olanda kendisine yuva kurduğunu fark edemez.

Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, sf: 55-56

5 Nisan 2014 Cumartesi

Schubert, 20 numaralı Piyano Sonatı (D. 959)


"Ona tek bir kuruş olsun kazandırmayan, yayımlandığı ya da herkesin beğenisini kazandığını bir türlü göremediği en iyi eserlerini, frengisi iyice ilerlediği zamanlar yazmış. Kasavet içinde de olsa, genellikle oyalanırken ya da özel müzik akşamlarında bir grup konuğu ve arkadaşı büyülerken, ruhunun derinliklerinden gelen o müzik, o yüce yaratıcılık, o vecd anları çıkmış ortaya. Ölümünden sonra meşhur olan 20 numaralı Piyano Sonatı'nı (D. 959) 19 Kasım 1828'de bu dünyadan göçüp gitmeden birkaç ay önce yazmış. Bu sonatı hastalığı ilerlemişken, Viyana'nın bir banliyösünde, havanın nispeten temiz olduğu ve civardaki kırlarda yürüyüşlere çıkarak rahatladığı bir yerde ağabeğiyle birlikte yaşarken bestelemiş."

Andy Merrifield, Eşeklerin Bilgeliği, Aylak Kitap, sf: 125-126

Avec Elégance... Zarafetle...


"Büyük şeyler düşlemiyorum artık/ Dans eden bir kalbi dinliyorum sadece/ Umutsuzum umutsuz olmasına/ Ama zarafetle"

31 Mart 2014 Pazartesi

"Ama tamamen doğru bu. İnsan gerçek mutluluğu öngörülmedik yerlerde, beklenmedik olaylar sonucu, dürüstlük sayesinde buluyor. Kısa yoldan mutluluğa ulaşmak, insanın kendine söylediği bir yalandan ibaret çoğu zaman"

Bugüne dek hayatımı hep başkası üzerinden yaşadım, kendime hep başkalarını model aldım: bir kitap kahramanını, ünlü bir yazarı, meşhur bir hocayı. Onlar ne okuyorsa ben de aynılarını okuyor, kafamda canlandırdığım kıyafetlerinin aynılarını giyiyor, evlerini nasıl döşemişlerse ben de evimi öyle döşüyordum. Tam anlamıyla bağımsızdım, ama gene de birilerinin kılavuzluğunu arıyor, bir yerlerden beslenme ihtiyacı duyuyor, örnek alacak, hayran olunacak birilerini istiyordum. Belki de sebep, bunları evde, ailemde bulamayışımdı: Nazik ve şefkat dolu, ama kitaplarla ilgisi olmayan insanlardı annemle babam. Belki de pek çok genç ya da parasını çıkaran yevmiyeli işçi gibi, bir akıl hocasına, usta başına, bana bir şeyler öğretecek bir figüre, ayaklarım üzerine sapasağlam basıp -yanımda bir eşekle- yürümeyi öğrenene kadar, bana yardımcı olacak bir desteğe ihtiyacım vardı.

New York'a taşındığımda, Yukarı Batı Yakası'nda oturmayı tercih etmiştim, çünkü West End Caddesi'nde bulunan, duvarları sıra sıra kitaplarla dolu apartman dairelerinde yaşamayı düşlemiştim hep. Yaşamak istediğim hayat tarzını belirtiyordu bu: bir müstahdem, kamunun saygı duyduğu bir entelektüel, kahvaltı yenen çörekler, kolumun altında Hannah Arendt, metroyla City College'a gidip gelişler. Ocak ayında, buz gibi soğuk bir cumartesi akşamı, epey geç saatte Broadway'i arşınladığımı hatırlıyorum; rüzgar etinizi bıçak gibi kesiyordu adeta. Elimde kayak eldivenleri, başımda kulakları örten tavşan kürkü bir şapka vardı. İleride, 112. Cadde civarındaki gazete bayisine koşarak gitmiş ve o haftanın The Nation dergisine bakarken bulmuştum kendimi.

Çılgına dönüştüm, zafer sarhoşuydum. İn cin top oynayan kaldırımda yürüye yürüye ta 69. Cadde'ye kadar gitmiştim. Paris'te yanında melekleriyle Walter Benjamin'in bir kitabı hakkında bir eleştiri yazısı yazmış ve kapakta yer bulmuştum! Meşhurdum artık, şehirde herkes benden bahsedecekti: West End Caddesi, bekle beni, geliyorum. Çok istediğim bir şeyi başarmıştım. Liseden terk bir öğrenci New York'a gitmekle kalmamış, artık New York'lu bir entelektüel de olmuştu. İstediğim şeye, onca sene beni hep peşinden sürekleyen şeye nihayet kavuşmuştum. Neden sonra -aslına bakılırsa çok kısa bir süre sonra- istediğim şeyin bu olmadığını, gerçek ben'in bu ben olmadığını anlamıştım. Böyle bir şeyi kabul etmek zordu, zaten hemen de kabul edemedim. Elbette iş oluruna bırakabilir, her şeyi görmezden gelebilir, hiçbir şeye aldırmadan yoluma devam edebilir, sahte bir benlikle yalandan yaşayabilir, başkalarının kıyafetlerini üzerime geçirebilirdim; ama Shakespeare'in oyununda Lear'in fundalıkta dediği gibi: "Ah, o yolun sonu deliliğe varıyor; benden uzak olsun. Yetti artık."

Meğerse ne delilikmiş! Olmadığım bir şeyi olmak istemek, benim olmayan, başkasına ait bir oyunu oynamak ne delilikmiş. New York beynimi yiyip bitirmeyi başlamıştı artık. Kendini olmak için uygun bir yer değildi. Başarılmayı bekleyen daha bir sürü şey vardı önünüzde. Zordu bu oyuna karşı koymak. Üstelik etrafta da hiç eşek yoktu; Central Park civarında fayton çeken bezgin atlar vardı sadece. Henüz yeni varmışken, ayrılma vakti gelip çatmıştı. Kibirden, hırstan, servet vaadinden gözü dönmüş Balam gibi, adada valilik vaat edilen Sanço gibi dosdoğru, hızlıca hedefime varmak istemiştim. Ne kadar komik. Başka birisinin mutluluğu fikri ile gerçek mutluluğun, tam anlamıyla yaşanmış mutluluğun aynı şey olmadığını söylemek gayet klişe, bunun farkındayım. Ama tamamen doğru bu. İnsan gerçek mutluluğu öngörülmedik yerlerde, beklenmedik olaylar sonucu, dürüstlük sayesinde buluyor. Kısa yoldan mutluluğa ulaşmak, insanın kendine söylediği bir yalandan ibaret çoğu zaman.

Andy Merrifield, Eşeklerin Bilgeliği, Aylak Kitap, sf: 79-81